---
13 Ocak 2025 Pazartesi
Depresyon, bireyin duygusal, fiziksel ve zihinsel sağlığını derinden etkileyen yaygın bir ruhsal sağlık sorunudur. Bu durum, kişinin günlük hayatını önemli ölçüde zorlaştırabilir ve yaşam kalitesini ciddi şekilde düşürebilir. Dünya Sağlık Örgütü’ne göre, dünya genelinde yaklaşık 264 milyon insan depresyondan muzdariptir. Bu yaygınlık, depresyonun sadece bir moral bozukluğu değil, ciddi bir tıbbi durum olduğunu açıkça göstermektedir.
Depresyonun belirtileri çok çeşitlidir ve her kişide farklı şekillerde ortaya çıkabilir. Sürekli bir üzüntü, boşluk ya da umutsuzluk hissi en belirgin belirtilerden biridir. Bu duyguların yanında, bireyin daha önce keyif aldığı aktivitelere karşı ilgisini kaybetmesi de yaygındır. Fiziksel belirtiler arasında enerji eksikliği, sürekli yorgunluk, uyku düzeninde bozulmalar (uykusuzluk veya aşırı uyuma), iştah değişiklikleri (aşırı yeme veya iştahsızlık) ve buna bağlı olarak kilo değişiklikleri bulunur. Ayrıca, baş ağrıları ve sindirim sorunları gibi açıklanamayan fiziksel şikayetler de depresyon belirtileri arasında yer alabilir. Zihinsel belirtiler de oldukça önemlidir; kişi konsantrasyon zorluğu, karar verme güçlüğü, geleceğe dair karamsarlık ve umutsuzluk hissedebilir. En ciddi belirtilerden biri ise ölüm ya da intihar düşünceleridir. Bu tür düşünceler, depresyonun ciddiyetini ve aciliyetini gösterir ve mutlaka dikkate alınmalıdır.
Depresyonun tek bir nedeni yoktur ve genellikle birden fazla faktörün birleşimi sonucunda ortaya çıkar. Biyolojik, psikolojik ve çevresel etkenlerin etkileşimi, depresyonun oluşumunda önemli rol oynar. Genetik yatkınlık, depresyonun biyolojik nedenleri arasında sayılır; ailesinde depresyon öyküsü olan bireylerde bu rahatsızlığın görülme riski daha yüksektir. Beyindeki kimyasal dengesizlikler (serotonin, norepinefrin ve dopamin) de depresyon riskini artırabilir. Psikolojik ve sosyal etkenler de depresyonun nedenleri arasında önemli yer tutar. Travmatik yaşam olayları, sevilen birinin kaybı, iş kaybı, ekonomik zorluklar veya ciddi hastalıklar gibi durumlar depresyon riskini artırabilir. Çocuklukta yaşanan travmalar ve kötüye kullanım da depresyonun gelişiminde rol oynayabilir. Sosyal izolasyon ve yalnızlık bu durumu daha da kötüleştirebilir. Ayrıca, sürekli olumsuz düşünceler ve düşük özgüven, depresyonun ortaya çıkmasını tetikleyebilir.
Depresyon tedavisinde erken müdahale ve kişiye özel tedavi planları oldukça önemlidir. Psikoterapi, depresyon tedavisinde yaygın olarak kullanılan bir yöntemdir. Antidepresanlar, depresyon tedavisinde sıkça kullanılan bir başka yöntemdir. Beyindeki kimyasal dengesizlikleri düzeltmeye yardımcı olan bu ilaçlar, genellikle birkaç hafta içinde etkilerini göstermeye başlar. Ancak, antidepresanlarla ilgili toplumda yaygın bazı önyargılar bulunmaktadır. Örneğin, birçok kişi antidepresanların bağımlılık yapıcı olduğunu düşünür. Oysa ki, antidepresanlar, doğru kullanıldığında bağımlılık yapmazlar. Bir başka önyargı ise antidepresanların kişiliği değiştirdiği yönündedir. Gerçekte, antidepresanlar depresyon belirtilerini hafifletmeye yardımcı olur ve kişinin kendisini daha iyi hissetmesini sağlar, kişiliğini değiştirmezler. Bazı kişiler de antidepresanların etkisiz olduğunu ya da sadece bir “plasebo” etkisi yarattığını düşünür. Ancak, birçok bilimsel araştırma, antidepresanların depresyon tedavisinde etkili olduğunu kanıtlamıştır. Bu ilaçlar, depresyonun biyokimyasal bileşenlerini hedef alarak, kişinin günlük işlevlerini geri kazanmasına yardımcı olabilir.
Yaşam tarzı değişiklikleri de depresyon belirtilerini hafifletebilir. Düzenli egzersiz, sağlıklı beslenme ve yeterli uyku, depresyonun etkilerini azaltmada önemli rol oynar. Alkol ve madde kullanımından kaçınmak da tedavi sürecini destekler. Stresi azaltma teknikleri arasında meditasyon, yoga ve nefes egzersizleri sayılabilir.
Depresyon belirtileri gösteren kişilerin bir sağlık profesyoneline başvurmaları önemlidir. Erken teşhis ve tedavi, depresyonun etkilerini minimize edebilir ve kişinin yaşam kalitesini artırabilir. Destek aramaktan çekinmeyin; depresyon tedavi edilebilir bir durumdur ve profesyonel yardım almak bu sürecin en önemli adımıdır. Unutmayın, yalnız değilsiniz ve yardım istemek güçsüzlük değil, aksine önemli bir adımdır. Kendi sağlığınıza ve iyiliğinize değer verin; gerekli desteği arayarak daha iyi bir yaşam kalitesine ulaşabilirsiniz.
Omega-3’ün en iyi kaynağının balık olduğunu dile getiren Var, balık tüketmek istemeyenlerin ise bitkilerden ve bazı takviyelerden omega-3 alabileceğini söyledi.
Balıkların omega-3 içeriğinin değişkenlik gösterdiğini kaydeden Prof. Dr. Ahmet Var, “Bilinen omega-3 türleri arasında deniz ürünlerinde bulunan DHA ve EPA ile bitkilerde bulunan ALA yer alır. Somon, uskumru, ton balığı, ringa balığı ve sardalya gibi soğuk suda yaşayan yağlı balıklar yüksek miktarda omega-3 içerir.
Levrek, çipura ve morina gibi balıklar ve kabuklu deniz ürünleri daha düşük omega-3 kaynaklarıdır. Balık alerjisi olanlar veya vejetaryenler omega-3’ü bitki bazlı kaynaklardan veya alternatif olarak takviyelerden sağlayabilir. Bitki bazlı omega-3 kaynakları arasında kuruyemişler ve keten tohumu, chia tohumu ve ceviz gibi tohumlar ile keten tohumu yağı, soya fasulyesi yağı ve kanola yağı gibi bitkisel yağlar yer alır” diye konuştu.
Omega-3 yağ asitlerinin kalp ve damar sağlığı için birçok faydası bulunduğuna dikkat çeken Prof. Dr. Ahmet Var, “Omega-3’ler vücutta hücreleri çevreleyen zarların önemli bileşenleri olup tüm hücrelerin yapısal bütünlüğünün sağlanmasında ve hücreler arasındaki etkileşimleri desteklemeye yardımcı olur. Omega-3 yağ asitlerinin kalp ve damar sağlığı için birçok potansiyel faydası vardır. Önemli faydalarından biri, trigliserit seviyelerinizi düşürmeye yardımcı olmalarıdır.
Kalp hastalığı olanlarda, balık yağı takviyeleri, doktor tavsiyesi altında uygun dozaj ile kullanıldığında miyokard infarktüsü, felç ve ani ölüm gibi riskleri azaltacaktır. Omega-3’ler kalp sağlığının ötesinde, alzheimer hastalığı, bunama, yaşa bağlı makula dejenerasyonunun önlenmesinde, bebek sağlığı ve nörolojik gelişiminde ve kanserden korunmada da faydalıdır” ifadesini kullandı.
Omega-3 yağ asitlerinin sağlığa faydalı olduğunun artık kesin olarak bilindiğini hatırlatan Prof. Dr. Ahmet Var sözlerini şöyle sürdürdü: “Amerikan Kalp Derneği, konjestif kalp yetmezliği, koroner kalp hastalığı, inme/felç ve kalpten kaynaklanan ani ölüm riskini azaltmak için haftada iki porsiyon balık yemeyi önermektedir. Ancak bu mümkün değilse balık yağı takviyeleri alınması düşünülmelidir.
Özellikle koroner kalp hastalığı veya kalp yetmezliği olan kişilerin günlük olarak EPA ve DHA içeren omega-3 takviyeleri alması kardiyoloji dernekleri tarafından önerilmektedir. Hamilelerin ve emziren annelerin yeterli miktarda omega-3 ve özellikle DHA alması bebeğin sağlığı için çok önemlidir. Aynı şekilde büyüme çağındaki çocukların da haftada 1-2 porsiyon balık tüketmeleri gelişimleri açısından çok değerlidir”
Verem hastalığının öksürük, halsizlik, gece terlemeleri, iştahsızlık ve kilo kaybı gibi belirtilerle kendini gösterebileceğine dikkat çeken Prof. Dr. Aytaç Atamer, uzun süren öksürük şikayetlerinin mutlaka araştırılması gerektiğini vurguladı. Veremi önlemede BCG aşısının önemli olduğunu dile getiren Prof. Dr. Aytaç Atamer, bu aşının yaklaşık yüzde 80 koruyuculuğu olduğunu ve bebeklere yapılmasının şart olduğunun altını çizdi.
Dünyada yaklaşık 8 milyon kişi etkileyen tüberkülozun, yılda yaklaşık 2 milyon kişinin ölümüne neden olduğuna dikkat çeken Prof. Dr. Aytaç Atamer, “Ülkemizde ise yaklaşık 15 bin civarında vaka bulunuyor. Bunların da yaklaşık 2 bin kadarını çocuklar oluşturuyor.” dedi.
Veremin, diğer adıyla tüberkülozun ‘Mycobacterium tuberculosis’ adı verilen bir bakterinin neden olduğu ve genellikle akciğerleri etkileyen bulaşıcı bir enfeksiyon hastalığı olduğunu hatırlatan Prof. Dr. Aytaç Atamer, “Solunum yoluyla hasta bireylerin öksürme, hapşırma veya konuşma sırasında yaydığı damlacıklara bulaşır. Bu nedenle verem hastalığı özellikle sosyoekonomik düzeyi düşük olan kişilerde daha sık görülür ve ekonomik şartlarla beraber verem sıklığı da artar.” şeklinde konuştu.
Verem hastalığının klinik bulgularından bahseden Prof. Dr. Aytaç Atamer şunları söyledi:
“Halsizlik, yorgunluk, terlemeler, özellikle iki haftayı aşan süredeki öksürük şikayetleri, bazen kanlı öksürük ve balgam gibi şikayetleri olan kişilerde akla ilk olarak verem gelir. Özellikle geri kalmış ülkelerde ve göçmenlerin olduğu yerlerde daha fazla tüberküloz vakasına rastlanır. Bu nedenle uzun süren, iki haftayı geçen öksürüğü olanların, öksürükte kan tükürenlerin, göğüs ağrısı olanların, yüksek ateş, titreme ve terlemesi olan kişilerin, gece terlemeleri, iştahsızlık, kilo kaybı, halsizlik, yorgunluk, nefes darlığı, ses kısıklığı ve lenf bezlerinde şişkinlik olan kişilerin tüberküloz yönünden araştırılması gerekir.”
Tüberkülozu önlemek için ise BCG aşısı uygulandığını ifade eden Prof. Dr. Aytaç Atamer, “BCG aşısı canlı bir bakteri aşısıdır. Aşının yaklaşık yüzde 80 koruyuculuğu vardır. Yaklaşık olarak iki ayını doldurmuş olan bebeklere BCG aşısı yapılması gerekir.” diyerek sözlerini tamamladı.
Ankara Üniversitesi (AÜ) Tıp Fakültesi Enfeksiyon Hastalıkları Ana Bilim Dalı Öğretim Üyesi Prof. Dr. İsmail Balık, son günlerde hastane başvurularında en çok grip virüslerinin ön plana çıktığını söyledi.
COVID-19’un da görülmeye devam ettiğini belirten Balık, toplumun büyük bir bölümünün bağışıklığı olduğu için salgın şeklinde bir COVID beklemediklerini ifade etti.
Balık, nezle virüsü yapan etkenleri de yaygın şekilde gördüklerini anlatarak, “Respiratuar Sinsityal Virüsü’nü (RSV) de görüyoruz. Bu virüsleri zaman zaman dalgalanma şeklinde görüyoruz. Özellikle toplumumuzda nüfus hareketliğinin fazla olduğu dönemlerde, bayramlarda, okulların ilk açıldığı dönemlerde, yılbaşı sonrası gibi dönemlerde bu virüsü, enfeksiyonlarda belirgin artışları her zaman görürüz.” dedi.
Grip vakalarında paniğe sebep olabilecek herhangi bir durumun olmadığını aktaran Balık, “Şu an mevsim normalleri düzeyinde bir artış var. Panik olacağımız, salgın düzeyinde bir artış söz konusu değil. Herhangi bir şekilde salgın paniği yaşamamızı gerektirecek bir durum söz konusu değil. Korunma tedbirlerini sürekli alıyor olmamız gerekiyor.” diye konuştu.
Prof. Dr. Balık, hangi viral enfeksiyon olursa olsun altta yatan herhangi bir hastalığı bulunan kişilerin iyileşme süreçlerinin ve komplikasyon risklerinin daha uzun olduğuna dikkati çekerek, “Nüfus hareketliliğinin arttığı dönemlerde insanlar birden fazla virüsü arka arkaya kapabilir. Bu virüsler, benzer belirti gösterdiği için de hastalığın uzun sürdüğü sanılabilir. Uzun sürmenin bir başka nedeni ise sinüzit ve zatürre gibi komplikasyon gelişmesidir.” değerlendirmesinde bulundu.
Risk gruplarına ilişkin de bilgi veren Balık, alerji hastaları, 65 yaş üzerinde alerjik astımı, bronşiti olanların, kanser tedavisi görenlerin, kalp yetmezliği, kronik akciğer hastalığı ve diyabeti olanların bu grupta yer aldığını bildirdi.
Balık, risk grubunda yer alanların viral enfeksiyonlarla karşılaştıklarında iyileşme süreçlerinin daha uzun ve hastalığı bağlı gelişen komplikasyonların da daha ağır seyrettiğini söyledi.
Virüslerin yayılımının en fazla okullarda çocuklar arasında olduğunu aktaran Balık, “En çok bulaştıran çocuklarımız. Çocuklarımız virüsleri okullarda birbirlerine kolaylıkla bulaştırıyorlar. Onlar da gelip evde ebeveynlerine bulaştırıyor. Viral enfeksiyonların salgını nedeniyle toplumda hasta kişi sayısı artınca antibiyotik kullanma oranı da artıyor. Bu çok yanlış bir şey.” ifadelerini kullandı.
Balık, okulların yarı yıl tatile girmesine de az bir süre kaldığını anımsatarak, “Genellikle ara tatillerde nüfus hareketliliği artıyor. Herkes tatile gidiyor. Dönüşte çocuklar bir araya gelince ondan sonra enfeksiyonlar birbirine geçiyor. Herkesin başka yerlerden getirdiği enfeksiyonlar birbirine aktarılıyor ve oradan da birbirine geçiyor.” dedi.
Prof. Dr. Balık, hastalıkların nedeninin virüs olduğunu belirterek, bu süreçte antibiyotik kullanılmaması konusunda şu uyarıları yaptı:
“Antibiyotikler kesinlikle virüslerde etkili değildir. O nedenle bizim hiçbir şekilde çocuğumuza antibiyotik vermememiz gerekiyor. Hekim yazarsa bile sorgulamak gerekiyor. Ebeveynin ‘bakteriyel enfeksiyon olduğundan emin misiniz?’ sorusunu hekime sorma hakkı var. Hekimlerin de bakteriyel enfeksiyondan emin olmadıkça bu dönemlerde antibiyotik yazmaması gerekiyor. Antibiyotik kullanımında Avrupa’da en önde gelen ülke Türkiye. Gereksiz yere antibiyotiği çok fazla kullanıyoruz. Bunun çok fazla zararları var. Sadece ekonomik zararları yok. Antibiyotiklere direnç geliştiği için işe yaraması gereken yerlerde mesela bir zatürre geliştiğinde kullanamaz hale geliyoruz. Çok daha kapsamlı antibiyotikleri kullanıyoruz.”
Çocukların ekran ile tek yönlü iletişim içinde olduklarını ifade eden Uzman Dil ve Konuşma Terapisti Anuş Tahmincioğlu, “Bu çocuklarda, karşılıklı ve çok yönlü etkileşiminin engellenmesi sebebiyle dili kullanma gereksiniminin ve göz kontağı kurma süresinin azalması sonucunda dil ve konuşma gelişiminin olumsuz etkilendiği yapılan çalışmalarda görülüyor.” dedi.
Birçok ebeveynin, erken yaşta ekran maruziyetinin çocuğun bilişsel gelişimini destekleyeceğine inandığını aktaran Uzman Dil ve Konuşma Terapisti Anuş Tahmincioğlu, “Yapılan çalışmalar, iki yaş altı çocuklarda ekrana maruz kalmanın, dil gelişimini desteklemek yerine tam tersine geciktirdiğini gösteriyor.” uyarısını yaptı. Anuş Tahmincioğlu ayrıca bilimsel araştırmalar ve klinik deneyimlere göre, ekran sürelerinin kısıtlandığı ve çocuklara yüz yüze etkileşim fırsatları sunulduğu durumlarda, dil gelişiminde belirgin bir iyileşme gözlemlendiğini vurguladı.
Teknolojinin hayatımızda kapladığı alanın her geçen gün arttığına dikkat çeken Uzman Dil ve Konuşma Terapisti Anuş Tahmincioğlu, “Ancak bu durumun, özellikle çocuklar üzerindeki etkilerini anlamak ve tartışmak, toplum olarak önceliklerimiz arasında yer almalı. Çünkü ekran karşısında geçirilen uzun saatler, çocukların dil ve konuşma becerileri üzerinde ciddi sorunlara yol açabiliyor.” dedi.
Çocukların ekran ile tek yönlü iletişim içinde olduklarını ifade eden Uzman Dil ve Konuşma Terapisti Anuş Tahmincioğlu, “Bu çocuklarda, karşılıklı ve çok yönlü etkileşiminin engellenmesi sebebiyle dili kullanma gereksiniminin ve göz kontağı kurma süresinin azalması sonucunda dil ve konuşma gelişiminin olumsuz etkilendiği yapılan çalışmalarda görülüyor.” şeklinde konuştu.
Birçok ebeveynin, erken yaşta ekran maruziyetinin çocuğun bilişsel gelişimini destekleyeceğine inandığını aktaran Uzman Dil ve Konuşma Terapisti Anuş Tahmincioğlu, “Ne yazık ki bilimsel araştırmalar bu yaygın inancının tam tersini söylüyor. Yapılan çalışmalar, iki yaş altı çocuklarda ekrana maruz kalmanın, dil gelişimini desteklemek yerine tam tersine geciktirdiğini gösteriyor.” uyarısını yaptı.
Ekranın, çocuğun yüz yüze iletişim ve sosyal etkileşim fırsatlarının yerini aldığının altını çizen Uzman Dil ve Konuşma Terapisti Anuş Tahmincioğlu, çocukların kelime hazinesinin gelişmesinde duydukları kelimeler kadar, bunları aktif bir şekilde kullanma fırsatlarının da önemli bir rol oynadığını söyledi.
Bir diğer yaygın yanılgının, televizyon veya tablet üzerinden çocukların dil öğreneceğine dair inanç olduğuna vurgu yapan Uzman Dil ve Konuşma Terapisti Anuş Tahmincioğlu, şunları söyledi:
“Bu inanç gerçekliği yansıtmamaktadır. Çünkü çocuğun soru sorma, cevap verme ve göz kontağı kurma gibi temel iletişim becerilerini geliştirmek için interaktif etkileşimlere ihtiyacı vardır.
Günümüzde sıklıkla evlerde ve restoranlarda karşılaştığımız bir durum ile örnek vermek gerekirse, anne ve babaları, çocuklar ile birlikte yemek masasında sohbet etmek yerine çocukları ellerinde telefon ya da tablet ekranlarına dalmış halde görüyoruz, böyle zamanlarda çocuk bu ailesi ile geçireceği değerli iletişim fırsatından mahrum kalıyor demektir.”
Bilimsel araştırmaların ve klinik deneyimlerin, ekran sürelerinin kısıtlandığı ve çocuklara yüz yüze etkileşim fırsatları sunulduğu durumlarda, dil gelişiminde belirgin bir iyileşme gözlendiğini ortaya koyduğunu belirten Uzman Dil ve Konuşma Terapisti Anuş Tahmincioğlu, “Çocukların dil ve iletişim becerilerini desteklemek, basit ama etkili adımlarla mümkün. Kitap okumak, sohbet etmek, birlikte oyun oynamak gibi aktiviteler, çocuğun dil ve bilişsel gelişimlerine çok daha fazla katkı sağlar.” diyerek sözlerini tamamladı.
Veri politikasındaki amaçlarla sınırlı ve mevzuata uygun şekilde çerez konumlandırmaktayız. Detaylar için veri politikamızı inceleyebilirsiniz.